28 Şubat 2023 tarihinde sabah uyandığımda Linkedin’den takip ettiğimi bir kişinin yazısının içinde kayboldum.Yazıyı tekrar tekrar birkaç kez okudum ancak önce gelelim hikayemize..Ben İstanbul ile 1996 yılında tanıştım .Gelirken koşa koşa geldiğim, gezerken 1974 yılında yönetmenliğini Ertem Eğilmez'in yaptığı, her zaman saygı ile andığım rahmetli Kemal Sunal’ın bakışlarındaki gibi heyecan ile baktığım şehirde; büyümeye, olgunlaşmaya başladım.Ta ki 1999 yılında, hayatım boyunca görmediğim bir durum ile karşılaşana kadar.Evren KaraelmasBen o depreme İstanbul’da değil, Ege’nin bir yerinde yakalandım. İl sınırları içinde olmadan, İstanbul’daki aileme ulaşamamanın ne olduğunu, çaresizliğin ne olduğunu, onlara koşamamanın ne olduğunu o zaman gördüm .Esas siz o depremde hayatlarını kaybeden yakınlarına ulaşamayan insanları hayal edin!
Edemezsiniz ve Allah ettirmesin…İşte hayatın gerçekleri o zaman başladı derken biz, balık hafızalı bireyler olarak, yaşanan her şeyi ben dahil tüm Türkiye unuttuk. Yapılan tek şey iletişim hatlarımızdaki verginin ismi olarak kaldı.Hayat devam ediyordu.İnsan oğlu olduğumuz için kanımızın son damlasına kadar bencil yaşamış olduğumuz hayatın içine sirayet etmiş yaşamak için günübirlik hayatlarımıza devam ediyorduk.Artık büyümeye başlamış, o şehre inen Himmet Abi olmuş, şehir bizimmiş gibi yaşamaya başlamıştık.İstanbul bir kültür şehriydi, yaşamın her adımında sana bir şeyler katan bir şehir ve sana kattıkları ile bir dünya insanı olman için yol gösteren bir şehirdi. Sonralarında yıllar yılı değişimle evrilmeye başlayan bu şehir, günden güne zorlaşan hayatların parçası oldu.Bu onun kaderiydi. Çünkü 80 milyonluk bir ülkenin yükü üstünde kambur oluşturmuş ve bu yükü taşımaktan başka görevi olmayan bir şehir olmuştu .Kaderi görev olan şehrin insanlarının da kaderi, bu ülkeyi ayakta tutmaktan başka bir şey olmuyor maalesef…İşte yaşadığımız şehrin anatomisi bu . Bu anatomiyi de bilerek yaşamak ve yaşatmak için de bu anatomiyi çözmek gerek !Hepimiz bir amaç uğruna burada yaşarken İstanbul’da bir deprem olacağını biliyoruz ve bildiğimiz halde balık gibi burada ölmeyi bekliyoruz.Bu çok mu doğru sizce ?
Veya
Kime göre doğru? Kime göre yanlış ?Bana göre diye başladığımda takvimleri geriye saymaya başladım.Yıl 2020. Hepinizin malum bildiği ve ilk kez kelimesel anlamını bu kadar yakından yaşadığımız Covid 19 ile tanıştık.Tanıştık tanışmasına ama buna tanışmak denemezdi .Bir merhaba demeden hayatımıza hızlı girişi ve o bahsettiğim balık gibi ona donuk bakmaya başlayışımızdan söz ediyorum.“Ne bu?, Neler olur?, Şimdi ne olacak?” dediğimiz süreçlerde Dünya üzerinde yaşarken astronot gibi alışverişe gider olduk.Sonrasında evlere kapandık. Bilgisayar, oyun kurdu olduk ama evden çalışarak da yaşayabildiğimizi fark ettik. Tıpkı bir bitki gibi evde fotosentez yapar olduk. Bu süreç 1 ay sürer dedik ama aylar sürdü ve hayat devam etti.Bize bu süreç birçok şey öğretti ama yine ve yine bir ders vermedi.Ha bitti ha bitecek derken birileri çıktı, aşıyı bulduk dedi. O çözümü bulduk, şu sonuca ulaştık dedi. Sonra kademeli serbestlik başladı ve işlerinizin başına dönebilirsiniz dendi. 2 yıllık esaret sonrasında, sanki daha önce görmemiş gibi gördüğümüz standart yaşamımıza hızlı bir şekilde giriş yaptık.Üretmeden tüketmeye, yapmadan yıkmaya başladık. Zaman bir kum saatinin içinde akar gibi gözümüzün önünde akarken geçmiş zamanlardan ders çıkarmadan devam ettik.Dünya artık eski dünya değildi. Etrafımızda garip olaylar, anlam veremediğimiz gelişmeler oluyordu. 21.yüzyılda birinin kafası attığı veya bilmediğimiz gerçek sebeplerden dolayı yanı başımızdaki ülkeye savaş açıyor, akıl almaz hikayeleri tiyatro izler gibi televizyondan ve sosyal medyadan takip eder hale geliyorduk. Sonrasında bu da normalleşen hayatımızın bir parçası olup odağımızdan çıkmaya başladı ve akşam rakı sofrasında “Almanya Ukrayna’ya tank veriyormuş, inanılmaz!” diye konuşmalara başladık. Ama sorun o da değildi. Bir yaz önce tatilde, plajda tanıştığın insanlar, bir yaz sonra o topraklarda can veriyorlar ve ne için olduğunu kimse tam olarak bilinmiyordu.
Etkinlik dünyasında, Türkiye’de de özel projelere imza atmış olarak bilinen insanlar veya o insanların tanıdıkları birer birer katlediliyor ve bizler ellerimiz kollarımız bağlı şekilde bu olan biteni hayretle izliyorduk. Yapılacak bir şeyler var mıydı bilmiyorum ama filler tepişir çimler ezilir deyimi yine hayatımızda izler bırakmaya devam ediyordu.Tarih ilerliyor zaman akıyordu. Herkes gibi hepimiz hayallerin peşinde gidiyor, Cumhuriyetimizin 100. Yılında olmanın gururunu yaşıyor ve projeler üretiyorduk. Hayallerimiz vardı. Her biri çok güzel, birbirinden özeldi…Takvim 6 Şubat 2023 tarihini gösteriyordu. Uyanmış, neler var neler yok diye elime dünyamızı almış, bakarken ; SON DAKİKA başlıkları önüme düşmeye başlamıştı bile.Deprem haberlerini okumaya başladık her birimiz. Ama okuyup da bilmediklerimiz; bildiklerimizin sadece yüzde biriydi.10 Şehir yıkışmış hatta yıkılmak ne kelime, hayatlar bitmişti. Neler olup olmadığını anlayana kadar hepimiz birer çok bilmiş , ayaklı gazete olmuştuk. Fısıltı magazinciliği yapıyorduk.Fark ettik ki artık haberler bizlere dokunmaya, tanıdıklarımıza dokunmaya başladı. Haliyle biz de işi daha fazla irdelemeye başladık.Üzücü olan, bu yıkımın yalnızca bir deprem değil, bir insanlığın yıkımı oluşuydu. İnsana en kötü şeyi yapan yine bir insandır…Bu acımasızlıkları izleyip okudukça, yataklarımızdan kalkıp elimizden ne gelebiliyorsa yapmaya çalıştık. Türk milleti dahil tüm dünya elinden geleni yapmaya çalıştı, fakat ne olursa olsun bir adim öteye gidemiyorduk.Kulaktan dolma bir cümle geldi aklıma.
“Doğduğun yer senin kaderindir.”
Ama hayır.Kaderini sen belirlersin.Bunun yöntemini ve yolunu sen çizersin. Bu detaylarda ve dikkatte saklıdır.Üzüldük , üzülmeye de devam edeceğiz derken televizyonlarda 24 yıl sonra bir şey tekrardan gündeme geldi.“İstanbul ne olacak?
İstanbul depremi geliyor!”Demeler başladı.Dediniz de , dedikleriniz ne olacak diye içimden sormaya başladım.Kendime sordum. Sen bunu için bir şey yaptın m?Kendimce evet yaptım. Evimi Ege’nin bir kasabasına taşıdım. Sonra baktım ki fay hattı evimin 10 km ötesinden geçiyor ve orada da 7 ve üstü deprem olasılığı yüksek.Başka ne yapabilirdim diye kendime sordum. Aslında çok şey yapabilirmişim ama ben onları yapmak yerine başka şeyleri yapmayı tercih etmişim.Hala geç mi diye düşündüğüm günlerde, yazımın en başında bahsettiğim Linkedin gönderisini okudum.Çok güzel yazılmıştı ama uygulanabilir mi acaba diye çok düşündüm ve sizlerle bu hikayeyi paylaşmak istedim.Ey İstanbullularİstanbullu olarak Türkiye ticaretinin % 55 ‘ini siz yönetiyorsunuz
İstanbullu olarak Türkiye’nin % 40 vergisini sizler veriyorsunuz
İstanbullu olarak Türkiye’nin milli hasılatının % 27’sini sizler üretiyorsunuzÇok basit 3 madde ile İstanbullu olarak bunu paylaşabiliyorum.Peki İstanbul yıkılırsa Türkiye ne olur diye size soruyorum.
İstanbul yıkılırsa size ne olacağını söyleyeyim.
Yaşanacak o doğal afetin, hiç de doğal olmayan travmaları ile baş etmeye çalışacağız aylarca belki yıllarca.Gelin, uzaktan çalışabilecek insan kaynağını İstanbul dışında istihdam etme kültürü tüm kurumlarda yaygınlaştıralım.İstanbul’un insan yükünü hep birlikte hafifletelim.Buradaki popülasyonun azalması, bir felaket anında daha az can kaybı, daha az enkaz kaldırmak, daha az insana yardım ulaştırma, daha az insanı şehirden çıkarmak demek. Ve sonrasında ekonomi ve sanayinin tekrar inşasını sağlayacak bir insan gücünün İstanbul dışında hazır bulunması demek.Teknoloji buna imkân verirken bu fırsatı kullanalım, milyonlarca insanı salt ofise gidebilme ihtiyacıyla burada depremi beklemeye mahkum etmeyelim.”İşte bu yazı beni çok etkiledi.İnovasyon dediğin şey sadece duvara tırmanan robot değildi. En iyi inovasyon, aslında fikirdi. Sadece fikir olduğu için, olasılıkları ölçemediğiniz için kurumsallığın getirdiği ağırlıktan boğulursunuz. Ama bunların hiçbirine artık vakit kalmadı.Siz boğulmak mı, ölmek mi, yoksa yok olmak mi isterdiniz?Tercihiniz ne olur bilmiyorum ama benim tercihimin profil fotoğrafımdaki gibi olmasını asla istemem.Sevgilerimle
Edemezsiniz ve Allah ettirmesin…İşte hayatın gerçekleri o zaman başladı derken biz, balık hafızalı bireyler olarak, yaşanan her şeyi ben dahil tüm Türkiye unuttuk. Yapılan tek şey iletişim hatlarımızdaki verginin ismi olarak kaldı.Hayat devam ediyordu.İnsan oğlu olduğumuz için kanımızın son damlasına kadar bencil yaşamış olduğumuz hayatın içine sirayet etmiş yaşamak için günübirlik hayatlarımıza devam ediyorduk.Artık büyümeye başlamış, o şehre inen Himmet Abi olmuş, şehir bizimmiş gibi yaşamaya başlamıştık.İstanbul bir kültür şehriydi, yaşamın her adımında sana bir şeyler katan bir şehir ve sana kattıkları ile bir dünya insanı olman için yol gösteren bir şehirdi. Sonralarında yıllar yılı değişimle evrilmeye başlayan bu şehir, günden güne zorlaşan hayatların parçası oldu.Bu onun kaderiydi. Çünkü 80 milyonluk bir ülkenin yükü üstünde kambur oluşturmuş ve bu yükü taşımaktan başka görevi olmayan bir şehir olmuştu .Kaderi görev olan şehrin insanlarının da kaderi, bu ülkeyi ayakta tutmaktan başka bir şey olmuyor maalesef…İşte yaşadığımız şehrin anatomisi bu . Bu anatomiyi de bilerek yaşamak ve yaşatmak için de bu anatomiyi çözmek gerek !Hepimiz bir amaç uğruna burada yaşarken İstanbul’da bir deprem olacağını biliyoruz ve bildiğimiz halde balık gibi burada ölmeyi bekliyoruz.Bu çok mu doğru sizce ?
Veya
Kime göre doğru? Kime göre yanlış ?Bana göre diye başladığımda takvimleri geriye saymaya başladım.Yıl 2020. Hepinizin malum bildiği ve ilk kez kelimesel anlamını bu kadar yakından yaşadığımız Covid 19 ile tanıştık.Tanıştık tanışmasına ama buna tanışmak denemezdi .Bir merhaba demeden hayatımıza hızlı girişi ve o bahsettiğim balık gibi ona donuk bakmaya başlayışımızdan söz ediyorum.“Ne bu?, Neler olur?, Şimdi ne olacak?” dediğimiz süreçlerde Dünya üzerinde yaşarken astronot gibi alışverişe gider olduk.Sonrasında evlere kapandık. Bilgisayar, oyun kurdu olduk ama evden çalışarak da yaşayabildiğimizi fark ettik. Tıpkı bir bitki gibi evde fotosentez yapar olduk. Bu süreç 1 ay sürer dedik ama aylar sürdü ve hayat devam etti.Bize bu süreç birçok şey öğretti ama yine ve yine bir ders vermedi.Ha bitti ha bitecek derken birileri çıktı, aşıyı bulduk dedi. O çözümü bulduk, şu sonuca ulaştık dedi. Sonra kademeli serbestlik başladı ve işlerinizin başına dönebilirsiniz dendi. 2 yıllık esaret sonrasında, sanki daha önce görmemiş gibi gördüğümüz standart yaşamımıza hızlı bir şekilde giriş yaptık.Üretmeden tüketmeye, yapmadan yıkmaya başladık. Zaman bir kum saatinin içinde akar gibi gözümüzün önünde akarken geçmiş zamanlardan ders çıkarmadan devam ettik.Dünya artık eski dünya değildi. Etrafımızda garip olaylar, anlam veremediğimiz gelişmeler oluyordu. 21.yüzyılda birinin kafası attığı veya bilmediğimiz gerçek sebeplerden dolayı yanı başımızdaki ülkeye savaş açıyor, akıl almaz hikayeleri tiyatro izler gibi televizyondan ve sosyal medyadan takip eder hale geliyorduk. Sonrasında bu da normalleşen hayatımızın bir parçası olup odağımızdan çıkmaya başladı ve akşam rakı sofrasında “Almanya Ukrayna’ya tank veriyormuş, inanılmaz!” diye konuşmalara başladık. Ama sorun o da değildi. Bir yaz önce tatilde, plajda tanıştığın insanlar, bir yaz sonra o topraklarda can veriyorlar ve ne için olduğunu kimse tam olarak bilinmiyordu.
Etkinlik dünyasında, Türkiye’de de özel projelere imza atmış olarak bilinen insanlar veya o insanların tanıdıkları birer birer katlediliyor ve bizler ellerimiz kollarımız bağlı şekilde bu olan biteni hayretle izliyorduk. Yapılacak bir şeyler var mıydı bilmiyorum ama filler tepişir çimler ezilir deyimi yine hayatımızda izler bırakmaya devam ediyordu.Tarih ilerliyor zaman akıyordu. Herkes gibi hepimiz hayallerin peşinde gidiyor, Cumhuriyetimizin 100. Yılında olmanın gururunu yaşıyor ve projeler üretiyorduk. Hayallerimiz vardı. Her biri çok güzel, birbirinden özeldi…Takvim 6 Şubat 2023 tarihini gösteriyordu. Uyanmış, neler var neler yok diye elime dünyamızı almış, bakarken ; SON DAKİKA başlıkları önüme düşmeye başlamıştı bile.Deprem haberlerini okumaya başladık her birimiz. Ama okuyup da bilmediklerimiz; bildiklerimizin sadece yüzde biriydi.10 Şehir yıkışmış hatta yıkılmak ne kelime, hayatlar bitmişti. Neler olup olmadığını anlayana kadar hepimiz birer çok bilmiş , ayaklı gazete olmuştuk. Fısıltı magazinciliği yapıyorduk.Fark ettik ki artık haberler bizlere dokunmaya, tanıdıklarımıza dokunmaya başladı. Haliyle biz de işi daha fazla irdelemeye başladık.Üzücü olan, bu yıkımın yalnızca bir deprem değil, bir insanlığın yıkımı oluşuydu. İnsana en kötü şeyi yapan yine bir insandır…Bu acımasızlıkları izleyip okudukça, yataklarımızdan kalkıp elimizden ne gelebiliyorsa yapmaya çalıştık. Türk milleti dahil tüm dünya elinden geleni yapmaya çalıştı, fakat ne olursa olsun bir adim öteye gidemiyorduk.Kulaktan dolma bir cümle geldi aklıma.
“Doğduğun yer senin kaderindir.”
Ama hayır.Kaderini sen belirlersin.Bunun yöntemini ve yolunu sen çizersin. Bu detaylarda ve dikkatte saklıdır.Üzüldük , üzülmeye de devam edeceğiz derken televizyonlarda 24 yıl sonra bir şey tekrardan gündeme geldi.“İstanbul ne olacak?
İstanbul depremi geliyor!”Demeler başladı.Dediniz de , dedikleriniz ne olacak diye içimden sormaya başladım.Kendime sordum. Sen bunu için bir şey yaptın m?Kendimce evet yaptım. Evimi Ege’nin bir kasabasına taşıdım. Sonra baktım ki fay hattı evimin 10 km ötesinden geçiyor ve orada da 7 ve üstü deprem olasılığı yüksek.Başka ne yapabilirdim diye kendime sordum. Aslında çok şey yapabilirmişim ama ben onları yapmak yerine başka şeyleri yapmayı tercih etmişim.Hala geç mi diye düşündüğüm günlerde, yazımın en başında bahsettiğim Linkedin gönderisini okudum.Çok güzel yazılmıştı ama uygulanabilir mi acaba diye çok düşündüm ve sizlerle bu hikayeyi paylaşmak istedim.Ey İstanbullularİstanbullu olarak Türkiye ticaretinin % 55 ‘ini siz yönetiyorsunuz
İstanbullu olarak Türkiye’nin % 40 vergisini sizler veriyorsunuz
İstanbullu olarak Türkiye’nin milli hasılatının % 27’sini sizler üretiyorsunuzÇok basit 3 madde ile İstanbullu olarak bunu paylaşabiliyorum.Peki İstanbul yıkılırsa Türkiye ne olur diye size soruyorum.
İstanbul yıkılırsa size ne olacağını söyleyeyim.
- Aileni , yaşamanı , sevdikleri kaybedersin
- İşini ve Ülkeni kaybedersin
Yaşanacak o doğal afetin, hiç de doğal olmayan travmaları ile baş etmeye çalışacağız aylarca belki yıllarca.Gelin, uzaktan çalışabilecek insan kaynağını İstanbul dışında istihdam etme kültürü tüm kurumlarda yaygınlaştıralım.İstanbul’un insan yükünü hep birlikte hafifletelim.Buradaki popülasyonun azalması, bir felaket anında daha az can kaybı, daha az enkaz kaldırmak, daha az insana yardım ulaştırma, daha az insanı şehirden çıkarmak demek. Ve sonrasında ekonomi ve sanayinin tekrar inşasını sağlayacak bir insan gücünün İstanbul dışında hazır bulunması demek.Teknoloji buna imkân verirken bu fırsatı kullanalım, milyonlarca insanı salt ofise gidebilme ihtiyacıyla burada depremi beklemeye mahkum etmeyelim.”İşte bu yazı beni çok etkiledi.İnovasyon dediğin şey sadece duvara tırmanan robot değildi. En iyi inovasyon, aslında fikirdi. Sadece fikir olduğu için, olasılıkları ölçemediğiniz için kurumsallığın getirdiği ağırlıktan boğulursunuz. Ama bunların hiçbirine artık vakit kalmadı.Siz boğulmak mı, ölmek mi, yoksa yok olmak mi isterdiniz?Tercihiniz ne olur bilmiyorum ama benim tercihimin profil fotoğrafımdaki gibi olmasını asla istemem.Sevgilerimle